Evrende akıl sahibi, düşünen ve düşüncesini geliştirebilen tek varlık insandır. Onun bu özelliği, kendisini değerli kılmış; diğer bütün varlıklar “ona hizmet olsun diye” yaratılmıştır. Akıl sahibi olmasından dolayı “muhatap alınmış”; kendisinenakil-vahiy” yoluyla ilim-bilgi gönderilmiş; bunların karşılığında yaptıklarından ve yapmadıklarından sorumlu tutulmuştur. “Başıboş yaratılmamış”; kendisine, “naklin” desteği ile aklın ve bilimin ışığında araştırma ve geliştirme, sorunlara çözüm bulma, karanlıklara ışık olma görevi verilmiştir. Ayrıca aklını, “naklin” ışığında kullanması, “beşikten mezara kadar öğrenmeyi sürdürmesi”, var oluş gayesini unutmaması, dünya hayatının hesabını vereceğini düşünerek yaşaması istenmiştir.
 
  İnsanın bu görevi yerine getirebilmesi için önce “doğru anlaması” gerekmektedir. Çünkü anlama olmadan öğrenme olmaz. Anlamadan okumak ezbercilik, gördüğünün bir benzerini yapmak ise taklitçiliktir. Eğitim ve öğretimde ezberin ve taklitçiliğin yeri yoktur.  Çünkü ezberci öğrenemez; taklitçi geliştiremez; bu tür bilginin kimseye yararı olmaz. İnsanın düşünerek, doğru anlayarak, içselleştirerek okuması ve bilgiyi kendine mal etmesi; sonra davranışa dönüştürmesi gerekmektedir. İnsan eğitiminin temel dayanağı budur.
 
 Hiç İngilizce bilmediği halde, İngilizce yazılmış bir kitabı başından sonuna kadar ezberleyen kişiye ne öğrendiğini sorsak; “-hiçbir şey öğrenemediğini” söyleyecektir. Doğrudur, bu çalışmasının kendisine bir yararı olmamıştır. Yani ezberlenen bu kitap, onu okuyan kişinin davranışında, yaşantısında bir değişikliğe sebep olmamıştır.  
  Her müslümanın Kuran’da neler anlatıldığını doğru anlayarak görev ve sorumluluklarını bilmesi; sonra da öğrendiklerini uygulamak için gayret göstermesi, yine Kuran’a göre yaratılışının gereğidir.   Kuran’ı ezberleyen kişi, “Ben Kuran’ı ezbere biliyorum, anlamını bilmesem de olur! Diyebilir mi?    İnanan insanların Kuran’da neler anlatıldığını bilmemesi, Kuran’ın iniş gayesine aykırıdır.
       
 Şu sorunun cevabını bulmak gerekir:Kuran, anlamını bilmeden ezberlenmek ve ölülere okunmak için mi gelmiştir? Yoksa doğru anlamak ve dirilerin hayatına uygulamak için mi gelmiştir? Kısaca Kuran; ölüler için midir, diriler için midir?
         
 “(Bu Kuran), diri olanları uyarmak ve kâfirlere de azab sözünün hak olması içindir.”(Yasin/70)ayrıca (Rum:52) ; Bil ki sen, ölülere işittiremezsin, arkasını dönüp kaçmakta olan sağırlara da daveti duyuramazsın.” (Neml/80)
       
 Demek ki Kuran, ölüler için değil, diriler içinmiş ve ölüler de işitmezmiş… Kuran’ın emirlerini, gerçek hadis ve sünnetleri dirilerin hayatından uzak tutarak önemli ölçüde ölüler için okunan kitap hâline dönüştürmek, bizi yanlışa götüren aldatıcı bir yoldur.
         
 Dinin özü ve emirleri Kuran’da, gerçek hadis ve sünnetlerde açıkça belirtilmesinerağmen, bilinen sebeplerle zamanla doğrulardan uzaklaştırılmış; delilsiz eklemeler, kaynaksız süslemeler, mitolojik efsaneler ve hikâyeler, sahih hadisler dışında hadis diye anlatılan iftiralar, beşeri mantıkla kurgulanmış dinî metinler halinde yansıtılan kıssalar, hatta hurafeler dünyası oluşturulmuştur.
     
 Bu konuda sadece cenaze ile ilgili bazı uygulamalara bir göz atalım: Gerçekte nelerin yapılacağı belirtilmiş olmasına rağmen, kabir sorgusunun cevaplarını mezarın üstünden aşağıya telkin yoluyla ölüye işittirmeye çalışmak; muhtemel kabir sorularının cevaplarını bir zamanlar kâğıda yazarak ölünün göğsüne koymak; mevlit okutmak suretiyle önemli bir dinî görevin yerine getirildiğini zannetmek… Bir başkasına para karşılığı “Hatim” okutmak. Mezarlıklarda Kuran okuyan veya okuduğunu söyleyen bir sektör oluşturmak veya oluşmasına göz yummak. Türbe kapılarındaki uygulamalar… Devir denilen ilginç işlem, ıskat, ”Kırk” saymak ve okutmak, “Elli ikinci Gün” ziyafetleri vermek… Buna benzer daha nice uygulamalar Kuran’ın hangi hükmü ile, Hz. Peygamber’in hangi uygulaması ile açıklanabilir?
      
  İşin düşündürücü tarafı, toplumun önemli kesiminde Kuran’ın emretmedikleri, Hz. Peygamber’in yapmadıkları ve hesabı sorulmayacak olan; gerçek akıla, mantığa ve “vahiye” aykırı sonradan ekleme uygulamaların, ibadet ruhu içinde büyük kabul görmesi ve hesabı sorulacak olan asıl emirlerin önüne geçmesidir! Bu alandaki gerçekleri bildikleri halde gizleyen, insanlara anlatmayan, günlük alışılmış akışa uyan, Kuran ve Sahih Sünnetin itirazlarını dile getirmeyen, bu uygulamalardan Cennet uman bilgi muhtacı insanların boş umutlarından çıkar sağlayanları Allah şöyle uyarıyor: Muhakkak ki onlar, Allah'ın indirdiği Kitap'tan bir şeyleri gizlerler ve onu az bir bedelle satarlar (menfaat sağlarlar). İşte onların yedikleri (bu rüşvet), karınlarında ateşten başka bir şey olmaz. Ve Kıyâmet Günü Allah, onlarla konuşmayacak ve onlar temize de çıkarılmayacaklar. Onlar için elîm bir azap vardır.” (2/174)
 
  Kuran, sahih hadis ve sünnetin asıl emirlerini yerine getirme konusunda isteksiz davranan ama dine yapılan sonradan eklemeleri büyük bir arzu ve heyecanla yerine getirenler; zan üzerine oturtulmuş, gerçekte karşılığı olmayan geçersiz akçenin aldatıcı huzuruyla(!) Allah’a karşı olan görevlerini yerine getirdiklerine inanırlarsa… bir gün gerçeklere uyandıklarında karşılaşmaları muhtemel acı durum bir yana; kendilerine böylesine oyalayıcı-aldatıcı yolu gösteren, tavsiye eden, susarak destekleyen, öven ve öğretenlere ne diyeceklerdir? Veya “ben mi düzelteceğim, böyle gelmiş böyle gitsin, ilişkilerim bozulur, çıkarlarım zarar görür” diyerek insanlara, ümmî (=arınmış) ve katıksız İslam’ı yani sadece doğruları anlatmayanların bunda hiç sorumluluğu olmayacak mıdır? Gerçekleri anlatma uğruna rahat yatakta yatmayan, zulme uğrayan, doğup büyüdüğü topraklardan hicret edip muhacir olan Hz. Peygamber’in bu günkü vârislerinin, içinde bulunulan bu durumu ciddi olarak düşünmeleri gerekir.
     
  Bakalım bu konuda M. Akif Ne diyor?
 “İbret olmaz bize her gün okuruz ezber de /Yoksa hiç mana aranmaz mı bu ayetlerde/ Lafzı muhkem yalnız anlaşılan Kuran’ın /Çünkü kaydında değil hiç birimiz mananın…/ Ya açar nazmı celilin bakarız yaprağına /Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına!/ İnmemiştir hele Kuran şunu hakkıyla bilin/ Ne mezarlıkta okunmak, ne fal bakmak için..!” Büyük mütefekkir daha ne desin?
     
  Bilgi sahibi olmak için âlim sıfatını almaya, sarıklı kavuklar takmaya gerek yoktur. Herkes öğrendiğinin âlimidir, bilemediğinin de öğrencisidir. Bilgi, bu günkü iletişim çağında, belli tekellerin ve şahısların kontrolünde, sadece onlara has ulaşılmazlar değil; istedikten ve çalıştıktan sonra her insanın elde edebileceği karanlık yolun ışığı, cehaletin panzehiridir.
        
 Yani âlimlerin ilmi ve şefaati(!) sayesinde kendimizin de kurtulacağını zannetmek, aldanmaktır; sorumluluktan kaçmaktır. Kızı Fatıma’yı sabah namazına geciktiği için, “Hesap gününde peygamber kızı olmanın sana bir faydası olmayacaktır!” diye uyaran Resulullah’a rağmen şefaat derecesinde bazı kişiliklerden, kabirlerden, türbelerden, yardım umanların, şirke düşmemeleri için durumlarını gözden geçirmeleri gerekir! Her rekât namazdaFatiha’yı okurken “İyyakena’büdü ve İyyakenastain” (Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.) dedikten sonra ve Allah’ın kulu ile arasına ricacı-veli kabul etmediğini (…benim velim, Kitap’ı indiren Allah’tır. O iyilere velilik eder.”-(Araf/196) ayetiyle açıklamış olmasına rağmen, Allah’a muhtaç olan acizlerden yardım istemenin çelişkisi nasıl açıklanabilir?
        
 Herkes kendi ışığını yakmalı; İnandığı Allah’a güvenmeli; aklının ve sorumluluğunun bilincinde kendisini katıksız, saf ve doğru bilgi ile donatmalı; sonra da bu bilgiler ışığında hayatını düzenlemenin çabası içinde olmalıdır. Asılsız ve delilsiz bilgiden uzak durmalıdır. Duygu ve inanç coşkunluğundan faydalanmak isteyen kişi ve topluluklara karşı bilgi ve aklını öne çıkarmalı, bu tür akımlara kapılmamalıdır. Bilimseltartışmanın bilgece davranmaya ön hazırlık oluşturduğunu kabul ederekgelişme sağlamak için görüş alış verişi, istişâre, tartışma kapıları açık olmalıdır.
      
 Bu nedenlerle doğru anlamayı ve aklımızı kullanmayı öğretmek için, her türlü eğitimde ezbercilikten kaçınmalıyız. Çocuklara ve gençlere eğitim-öğretimi onların zevk alabileceği bir sosyal ortamda vermeliyiz. Onları eğlendirirken eğitme, okula severek gidebileceği fiziki şartları ve gerekli materyalleri sağlama, ayrıca buna uygun kadroları oluşturma işlemini gerçekleştirmeliyiz. “Nereye kadar ulaşırsak orası yeterlidir” anlayışını bırakarak stratejik hedeflerimizi önceden belirlemeli, buna uygun planlamamızı yaptıktan sonra yola koyulmalıyız.
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.