Kızılderilliler “hayatın anasının toprak” olduğuna inanırlardı. Her canlı gibi insan da çift olarak yaratıldı ve kendi familyasının içinde yaşamaktadır. İnsan; elementler düzeyinde evren, biyolojik olarak canlılar ve fizyolojik olarak da hayvanlarla özellikle de memeli hayvanlarla aynı özelliklere sahipken en temel ayırıcı vasfı olan akıl, dil ve eşyaya bilinçle olarak şekil verebilme kabiliyetidir. Tüm insanlarda ortak olan bu kabiliyetler, bireyler arası farklılıklar gösterse de toplumsal olarak her kültür ve kesitte çeşitlilik ve seviye olarak eşittir.

Yeryüzüne dağılan beşer ihtiyaçlarını karşılamak için çabalamaya başlayınca, tabiata; yaşadığı coğrafi ve iklim konum ve şartlarına göre farklı imkânlar sundu. İnsanda tabiatındaki farklılıkların da etkisiyle bu süreçte maddi ve manevi farklılaşmalar başladı. Küçük büyük klanlardan kavime insan topluluklarının yaşadığı ve benimsediği bu olguya “kültür/hars”, başka insan topluluklarının da ortak değeri haline gelebilen işlevselliğe sahip maddi ve manevi değerlere ise “uygarlık/medeniyet” diyoruz.

İnsanlığın tarihi serüveni kavimleri başka kavimlerle paylaştıkları ortak değerler potasından yakınlaştırmış ve medenileştirmiştir. Hissediş ortaklığına ulaşmış en büyük insan toplulukları milletleri oluşturmuştur. Yani insanlığın sosyal gelişim ve siyasal gelişim süreçleri açısından kavim olmak genetik bağların devlet olmakla mümkün kılan bir şeydir. Kavimler evrensel prensipler içeren değerleri benimsemediklerinde dünya yıkıcı işgaller yaşamışken, millet olup medeni değerler benimsediklerinde fetihlerle insanlığın gelişimine katkı sunmuşlardır. İşte toplumsal gelişimin bu aşaması millet olma aşamasıdır ki bu bir gelişmedir. Salt devlet olmakla kan bağıyla elde edilen bir hissedişten yüksek inanç prensipleriyle salt insan olma temelinde bir üst değerler manzumesini hissederek oluşan aşama millet olmadır ve medenidir. Cebri modernleşme süreçlerinin asimilasyon politikaları ile oluşturulmaya çalışılan birlikler bu olgunun doğal gelişimini tahrip ettiğinden dolayı bu tarihi olguya bakışı gölgelememelidir.

Doğal olarak maddi ve manevi kültür üreten kavimler başka kültürlere sahip kavimlerle karşılaştıklarında etkin, güçlü ve zamanın ihtiyaçlarına daha uygun cevaplar üretenin etkisinde karışarak kaynaşmışlardır. Burada bazı güçlü kültürler diğerlerini yutup yok ederken Budizm’in ve Hıristiyanlığın Şamanist Türklerin tüm kültürlerini yok edip eritmesi gibi, bazıları yalnızca manevi anlamda evrensel ve aşkın hakikatler noktasından müdahale etmiş kültürü, siyasal ve sosyal tüm manevi olgularıyla korumuştur. İslam’ın Türk, Fars, Kürt kültür ve dilini koruması buna örnektir. Budist veya maniheist olan Türklerin tamamı, Hristiyan olan Türklerin hemen hemen tamamı dillerini, kültürlerini ve siyasal varlıklarını kaybetmekle kalmamış sosyal varlıklarını dahi kaybetmişlerdir.

İşte bu uzun tarihi süreçleri birlikte yaşayarak dil ve kültürlerinde farlılıklar olmasına rağmen din birliğinden dolayı benzeşen, ortak gelecek ülküsüne sahip en büyük insan topluluğuna ise “millet” diyoruz. Buna kavimler göçü sonrası Hristiyanlığın da etkisiyle ortaklaşarak karışıp kaynaşan Avrupa’da Alman, Fransız, İngiliz gibi milletler örnektir.

Tarihi şartların zorlamasıyla son üç bin yıldır her yönden akıp geldiğimiz Anadolu, üç tarafı deniz bir tarafı sarp kayalık ve dağlıklarla çevrili doğal sınırlar içindedir. Bu sınırlar içinde son bin yıldır yaklaşık 50 kavim İslam’la yoğurulmuş kader birliği etmiştir. Bu kavimler din birliği ve ortak gelecek ülküsü ile bir millet haline gelmiştir.

Kim hangi kelimeden ne anlar bilemeyiz. Ancak biz kavim olmak için beşer olmanın yeterli olduğunu fakat millet olmanın manevi değerler gerektirdiğini, klan ve kavim düzeyini aşamayanların millet olamayacağını ve dolayısıyla medeni olamayacağını biliyoruz. Ve yine kendi kavmi kültürünü başka kavimlere dayatanların da manevi algılarını paylaşmıyoruz. Hz Musa ile klan düzeyinden kavim düzeyine çıkarak birleşen İsrailoğulları, kendi kavimlerine atfettikleri üstünlük yalanıyla avunurken üç bin yıldır millet olamadı, başka kavimleri kuşatacak bir akıl geliştiremedi ve bu gün yeryüzünde hiçbir kavimle birlikte yaşayabilecek durumda değiller. Başlarına gelen bütün felaketlerin de temel sebebi budur.

Manevi değerler manzumesi üretmeyen fakat coğrafi keşifler sonrası hormonlu bir maddi gelişim üstünlüğü sağlayan Ahlaktan mahrum batı 1914 de, maddi üstünlükleriyle yeryüzünü kendi aralarında pay etmek için kavgaya tutuştu. Bu savaşın temel amaçlarından biri de coğrafyamızın zengin petrol yatakları ve stratejik yerleri olduğu için millet olarak savaşa mecbur kaldık. Bu savaşta ya kaybettiğimiz toprakları geri almaya ya da elimizdekileri savunmaya çalıştık. Müttefiklerimizle birlikte yenildik ve barış istemek zorunda kaldık. 9 buçuk milyon kilometre kare toprağımızın 8 buçuk milyon kilometre karesini bırakarak Anadolu’ya sığındık. Millet olarak Endülüs tarihinin son sayfalarını çok iyi bildiğimiz için, Anadolu’yu hem maddi hem de manevi olarak yaratıldığımız toprakları savunup kendimize kıyamete kadar vatan kılmak için yemin ettik ve bu yeminimizin gereğini gerçekleştirdik. Fiilen hayata geçmiş, ete kemiğe bürünmüş bu olguyu Merhum Mehmet Akif Ersoy 1921 de kelimelere dökünce adı içinde geçmeyen bu milletin milli marşı olmuştur.

İstiklâl Marşının “ne” olduğunu kavramadan “millet” olmanın ne olduğu kavranamaz. Anadolu’da son binyılda var olan bu millet emperyalistler tarafından tarihten silinmek istendi. Neden galip devletler diğer yenik devleri değil de sözünü ettiğimiz bu milleti yok etmek istedi. Bunun cevabı bu milleti oluşturan değer yargılarıdır.

Bu gün İstiklâl Marşının doğduğu zamanın şartlarından daha az tehlikeler içinde değiliz dolayısıyla İstiklal Marşının doğduğu zamanların ruhuyla yeniden anlamak ve yaşamak zorunluluğumuz vardır. Ortak değerlerimizi yeniden hatırlamak ve altını kalın çizgilerle yeniden çizmek zaruretiyle karşı karşıyayız. Kavim doğularak olunan, millet ise bir şuur durumu olduğundan, millet olmak bir tercihtir. Diyebiliriz. Bundan gafil olmak gerekir. Bu gün kan dil ve din bağıyla bağlı olduğumuz Türk devletleri ve toplulukları bize iltifat etmezken kan ve dil bağı olmadığı halde din, tarih ve kültür bağıyla bin yıllık bir beraberlik içinde olduğumuz kavimler için et tırnak metaforunu rahatlıkla kullanabiliyoruz. Daha açık söyleyecek olursak kan din ve dil bağıyla bağlı olduğumuz Azeriler ve yalnızca din ve tarihle bağlı olduğumuz Irak ve Suriye Kürtlerine “Türkiye ile birleşmek ister misiniz?” Diye sorsak sonucun kültür ve tarih bağı lehine, kan bağı aleyhine çıkacağı kesindir.

Bu gün dışlayıcı ve ayrılıkçı kavmiyetçilik nedeniyle parçalanarak yutulabilir lokmalar haline getirilip, kontrol edilmek isteniyoruz. Küresel güçler arkaik kavmiyetçiliği alkışlayıp yüceltirken, kendi içlerinde ulusal dokularının farklılıklarını asla tartışmaya açmıyorlar.

Yaşadığımız coğrafyanın hiçbir unsurunun özgürlüklerini diğerlerine rağmen veya bedel ödeyerek elde etmesine gönlümüz razı değildir. Milletimizin hem tarihte hem de bu gün iradesi bu doğrultuda tecelli etmiştir, etmektedir. Bu doğrultuda milletimizin emrinde ve hizmetinde olmayı şeref saymalıyız.

Bu millet’i tanımlayan İstiklal marşını çocuklarımızın ahlakına mündemiç kılmalıyız. Bu vesileyle “Milli Andı” yasalaştıran Meclisi-i Mebusan’ın devamı olan, İstiklal Marşımızı Milli Marşı olarak yasalaştıran büyük yüreklerin toplandığı Büyük Millet Meclisini, onları orya gönderip verdikleri kararların arkasında duran milletimizin aziz hatırasını saygıyla anıyoruz.





Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Avatar
HASAN ALİ KARAHASANOĞLU 11 yıl önce

Sayın hocam makalenizi okudum.Teşekkür ediyor altına imzamı atıyorum.