Adamın biri gece yarısı hükümdarın sarayının önünde avazı çıktığı kadar

-“adalet isterim, kısas isterim”
diye bağırıyormuş.

Hükümdar adamın içeri alınmasını istemiş ve derdini sormuş. Yüzü gözü kan revan içindeki adam;

-“efendim ben âcizane hırsızlıkla geçinen biriyim, bu gece soymak amacıyla sarrafın dükkânına girdiğimi zannedip, dokumacının dükkânına girmişim. Dokuma tezgâhının kollarından biri gözüme girdi, kör oldum. Benim gözüme karşı dokumacının gözünün çıkarılmasını istiyorum. Kısas İstiyorum. Adalet istiyorum” demiş.

Hükümdar;

- “derhal dokumacıyı bulup getirin ve kısası uygulayın” demiş.

Dokumacıyı bulup getirmişler ve olayı anlatıp hükümdarın kararını bildirmişler. Dokumacı,

-“efendim adaletinizden kuşkum yok fakat siz de takdir edersiniz ki; dokumacılık için kumaşın iki tarafını da görmek şart. Şimdi benim bir gözümü çıkarırsanız ben neyle geçinirim” demiş ve eklemiş.

- “Efendim benim yan tarafta bir saraç var. Saraçlık için bir göz kâfidir isterseniz bu adamın gözüne karşılık olmak üzere onu gözünü çıkarabilirsiniz” demiş.

Hükümdar bu fikri çok beğenmiş, Saraç’ı çağırıp kısası uygulamışlar. Böylece adalet yerini bulmuş! Bu öyküyü Halil Cibran’dan üniversite yıllarında okuduğum zamanlar, bu kadarı gerçek hayatta olabilir mi diye düşünmüş ve işin doğrusu gerçek yaşamda pek bir karşılık bulamamıştım…

Meşhur Osmanlı kadısı Karakuşi bir gün kendi kusurunu örtmek için, fırıncıyı iş kusurundan, göz çıkarmaktan ve ölüme sebebiyet vermek diyetinden beraat ettirmek zorunda kalır.

İşte hikâyesi: Karakuşi Kadı, bir fırında, güveç içinde nar gibi kızarmış ve sahibini bekleyen ördeği canı çekince fırıncıya 'Ben bunu aldım' der alır ve gider. Fırıncı kadıdan korktuğu için ses çıkaramaz. Ördeğin sahibi gelip, ”Hani bizim ördek?” deyince. Fırıncı boynunu büküp 'Uçtu,' der. Çıkan kavgada araya giren bir Hristiyan’ın bir gözü çıkınca fırıncı kaçmaya başlar. Duvardan atlarken öteki tarafta hamile bir kadının üstüne düşünce kadının çocuğu düşer. Fırıncıyı kadının kocası da kovalamaya başlar. Can havliyle kaçan fırıncı önüne çıkan bir Yahudi'ye de çarpıp devirir. Üzeri çamur olan Yahudi de kızıp fırıncının peşine takılır...  Zaptiyeler hepsini yakalayarak Karakuşi Kadı'nın karşısına çıkarırlar. Kadı sırayla sorar...

Ördeğin sahibi fırıncıyı, 'Bu adam ördeğimi hiç etti' diye şikâyet eder.

Karakuşi Kadı, fırıncıya; 'Ne yaptın bu adamın ördeğini? Deyince fırıncı 'Uçtu' der. Kadı, kara kaplı kitabı açar: “Ördeğin karşısında 'tayyar' yazıyor. Tayyar 'uçar' anlamına gelir. O halde ördeğin uçması fırıncının suçu değil” diyerek beraat kararı verir.

Gözü çıkan Hristiyan’a senin derdin ne diye sorunca, bu fırıncı benim gözümü çıkardı der. Karakuşi Kadı, kara kaplı kitaptan bir madde okur; 'Her kim ki, gayri-Müslim'in iki gözünü çıkara, o Müslim'in bir gözü çıkarıla...' Der.

Davacı 'Ne olacak, şimdi?' diye sorunca Karakuşi Kadı, 'şimdi' demiş, 'Fırıncı senin sağlam kalan öbür gözünü de çıkaracak; biz de onun tek gözünü çıkaracağız.' Deyince Hıristiyan şikâyetinden hemen vazgeçer. Fırıncı bu davadan da beraat eder.

Bebeğini kaybeden hamile kadının kocasına da Karakuşi Kadı; 'Karını vereceksin fırıncıya, O ölen bebeğin yerine yeni bir bebek koyacak ' deyince, kadının kocası da şikâyetini anında geri alır.

Fırıncı bu davadan da kurtulur.

Kadı döner Yahudi'ye: 'Senin şikâyetin ne, bre adam?' deyince, Yahudi ellerini açar 'Ne şikâyeti efendim adaletinle bin yaşayasın' deyince fırıncı bu davadan da kurtulur.

Hukuk’un istisna yasaların esas,  ahlâkın istisna piyasanın esas, kamu yararının istisna zenginlerin mülklerinin korunmasının esas,  kamu imkânlarından yararlanmada sermayenin esas, vatandaşın ve emeğin istisna olduğunu görünce ister istemez Halil Cibran’ın hikâyeleri ve Karakuşi Kadıyı yeniden okuduk. Ve maalesef Karakuşîliğin araz olmaktan çıkıp birçok alanda asıl hale geldiğini görüyoruz. Ve maalesef yalnız hukukumuzu değil, idari uygulamaları, dini, siyasi, ekonomik ve kültürel kavrayışımızı da izah eder bir düşünce biçimi olduğunu görüyoruz.

Bülent Arınç, Uludere’de 34 köylünün ölüp bir köylünün ağır yaralandığı bombardımanı savunmak ve normalleştirmek için hükümet adına yaptığı açıklamada; “Silahlı Kuvvetlerimiz uyarı ateşi açıp, aydınlatma fişeği atmışlar. Buna rağmen gurup hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam edince bombalamışlar” dedi.

“Uyarı ateşi açıp, aydınlatma fişeği atmışlar. Buna rağmen gurup hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam etmiş” cümlesini doğru bir mantık, salim bir akılla bitiren doğru cümle aşağıdakilerden hangisidir şeklinde bir YGS sorusu olsa; terörist olsaydılar mutlaka dağılır, zayiatı minimize edip karşı saldırı yapmak için vaziyet alırlardı. Yollarına devam ettiklerine göre bunlar bizden emin köylülerdir. Şeklindeki şık doğru şık olurdu. Oysa Arınç bu ifade ile ihmal, kusur, zaaf ya da kast olabilecek bu saldırıyı mantıklı bir zemine oturtarak izah etmeye çalıştı.

İki ihtimal var. Ya hükümet Genel Kurmay Başkanlığı tarafından işletiliyor ya da hükümet artık Türk halkının izanının tamamen köreldiğinden emin.

Milli Eğitim Bakanlığı döneminde Hüseyin Çelik’e “Öğretmen maaşları reel olarak 1969 yıllarının neden gerisinde” şeklinde bir soru sorulduğunda; “ 1969’da hiçbir öğretmenin evinde buzdolabı yoktu “ şeklinde cevap vermiştir. Burada da iki ihtimal vardı. Hüseyin Çelik ya öğretmenlerin 2006 da hizmet verip, 70’li yılların şartlarında yaşamasını öneriyor ya da öğretmenlerin Ruben’ileştiğinden (1)/duyum körü olduklarından emin. 1969’da Türkiye’de buzdolabı üretilmiyordu, dolayısıyla gelir vergisi, tüketim vergisi ve katma değer vergisi de alınmıyordu. Bu gün üretiliyor ve vergilendiriliyor. Hem de fazlasıyla vergilendiriliyor. Bunların karşılığı olarak oluşmuş ülke imkânlarının öğretmene yansıtılmasını istemek azarlanma sebebi... Adam gibi cevap verebilecek ve altındaki koltuğu çekip alacak bir iradeye sahip sendikalar da olmayınca saltanatları devam ediyor. Öğretmenlerin aidatlarıyla düzenlenen ’24 Kasım Öğretmenler günü etkinliklerinde öğretmene hakaret ettirip alkışlayanlar hak ettikleri bürokratik makamlara getirilerek şimdi ödüllendiriliyor. Adalet yok. Müşavere yok Liyakat yok.  O zaman İslam nerede ahlâk nerede? Siyasi iktidarın bürokratik atamalarda kendine yakın insanları tercih etmesi bir tür siyasal adalet olabilir.(2) Demek ki hükümetin bu şartlara uyan adamı kalmadı.  İçi boş kof kütüklere milli eğitim gibi hayati makamları veriyor. On beş sene sendika başkanlığı yaptığı kent’in hiçbir eğitim ve idari sorunuyla ilgilenmemiş, çözüm üretememiş, eğitimin hiçbir meselesinde -doğru yanlış demiyorum ancak iç tutarlılığı olan- beş dakikalık konuşma yapamayacak insanlarla milli eğitim kadroları dolduruluyor. Vah memleketim vah.

“Allah, size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir. Nisa Suresi 58/Kuran-ı Kerim”

Atamalarda liyakat ve adalet yok. Ücretlerin belirlenmesinde bireysel ve sınıfsal adalet yok. Refahın dağıtılmasında eşitlik, adalet ve ahlak prensipleri yerine sermaye ve patron yararı gözetiliyor. Tüm ekonomik yük emekçilere ve yoksullara yükleniyor. Kapitalizm ’in kurucusu olarak sayılan Adam Smith “siyaset asla tüccarlara emanet edilmemelidir. Çünkü onlar kendi kazançlarından başka bir şey düşünmezler ve onların çıkarları halkın çıkarlarından her zaman farklıdır. ”(3) Derken, bu gün devlet ’in tüccar mantığıyla yönetilmesi gururla ifade edilebiliyor.

Çalışanla çalıştıran arasında üçüncü bir kurum olarak modern zamanlarda doğan sendikalar, dengeyi çalışanlar lehine korumak için inşa edilmişti. Meşru ve yasal amacı üretilen değerin eşitlik zemininde adaletle dağılımını sağlamaktı. Oysa ülkemizde kitlelerin muhalefet enerjisini kontrol edilebilir düzeyde tutmanın en etkin aygıtı olarak çalışmaktadır. Yani işveren sendikaları, işçi ve memur sendikaları şeklinde ayrım yapmak, rölatif/göreceli olmanın ötesinde manipülatiftir. Temelde hepsi sermaye örgütü olarak işlev görmektedir. Siyasi partiler dâhil.

Sendikalar gücünü emeğin örgütlülüğünden, grevli ve toplu sözleşmeli sendika yasalarından alırlar. İşçi sendikaları bir yana, 2001’de 4688 sayılı yasa olarak çıkan kamu çalışanları yasası, kamu çalışanları için örgütlenmeyi yasallaştırsa da grev ve toplu sözleşme hakkı içermediği için sendika yasası denemez. Bu yasa kapsamında kurulan ve faaliyet gösteren örgütlere sendika demek, cinsel ilişkiyi ve çocuk yapmayı yasaklayan bir yasaya aile yasası demek gibidir. Yasağa rağmen çocuk olursa da adamın üstüne yazıp, mirasına ortak etmek gibidir.

Yasanın bu haliyle çıkarılması Türk Kamu Sen’in desteği ile olurken kamu çalışanlarının işvereni olan hükümet üstündeki olanca baskıyı daha da azaltacak emeğin haklarını konuşulamaz hale getiren uzlaştırma kurumu bir yozlaştırma kurulu olarak icat edilmiştir. Kararın uzlaştırma kuruluna kalacak olması ve kesinliği hukuk yolunu da tıkamıştır. İlk ücret ya da ana ücreti asla tartışamayacak olan Uzlaştırma Kurulu hükümeti rahatlatırken sendikaları emeği temsil açısından iyice işlevsizleştirmiştir. İktidar yanaşmalığını daha da icbar eder şekilde derinleştirmiştir.

Yasanın bu hale gelmesi de Memur Sen’in desteğiyle olmuştur. Yani artık çalışan ve çalıştıran arasında üçüncü kurum uzlaştırma kuruludur. Böylece emekçiler sendika yoluyla katılımcı demokratik bir seviyeden daha da uzaklaşmışlardır. Silahsız kamu çalışanları çoğulcu temsili ifadenin bile gerisine düşürülmüştür.

Sendikalar siyasal yakınlıkla rant/makam dağıtımından üyelerinin yüzde beşi lehine yararlanmak ve sendika genel yönetimlerinin siyasi ikballeri hırsıyla yaptılar. Yani; “Ey halkım satıldık.”

Tüm emekçilerin ebedi vebalini üstlendiler. Çünkü kamu çalışanlarının aldığı artış oranı tüm piyasayı emekçiler lehine olumlu olarak etkilemektedir. Uzlaştırma kurulu emekçiler açısından bir ilerleme değil bir gerilemedir. Artık sendikalar kapatılsın kamu çalışanlarını uzlaştırma kurumu biraz daha genişletilerek temsil etsin. Çünkü 2001/4688 sayılı yasadan beri faaliyet gösteren sendikaların varlığı emekçilerin özlüklerini olumlu yönde, binde beş oranında bile etkilemezken emekçilerin binde beşine rant sağlayarak sınıf atlamalarını sağlamıştır.

Başbakan Erdoğan Türkçe Olimpiyatlarında yurtdışında çalışan öğretmenlere kendisi ve milleti adına teşekkür edip, Osmanlı akıncılarına benzetirken, Eski Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik görevdeyken “öğretmenler haftada iki gün çalışıyor” diyerek, Ömer Dinçer öğretmenler “üç ay tatil yapıyor” diyerek aşağıladı. Yurt dışında öğretmenlik yapanların akıncılara benzetilmesine itirazımız yok fakat ülkede yedi yüz bin eğitim çalışanı neden sürekli aşağılanıyor? Belki psikanalitik açıdan bir anlamı vardır. Belki de,  27 Aralık 1947'de ABD ile imzalanan “Fulbright Antlaşması” ile bir alakası vardır. Çünkü öğretmenleri aşağılanan bir millet’in çocukları aynı duygularla uşak karakteriyle aşağılık kompleksi içinde yetişir.

Ben yalnızca bir ayet-i kerimeyi hatırlatacağım o kadar.

“Eğer bir kavmin ihanet edeceğinden kesin olarak korkarsan, sen de açık ve adil bir tutumla (onlarla olan anlaşma metnini ve diplomatik ilişkiyi yüzlerine) at. Gerçekten Allah, ihanet edenleri sevmez. Enfal 58/ Kuran-ı Kerim”

Uç beyleri ve akıncı beyleri Osmanlı Sultanlarının huzuruna Vezir-i Azamlar teklifsiz giremezken silahları üzerlerinde girebilirlerdi. Başbakan’ın uç beyleri sermayedarlar ve işadamlarında sorun yok ancak bu güne kadar tek gelirli, üç çocuk ebeveyni ve kira ödeyen, elli kişilik sınıflarda toz duman içinde istif nizam leb a leb okullarda boğuşan öğretmeni saygı ve minnetle andığını, evine gidip halini hatırını sorduğunu göremedik. Öğretmenleri nispi olarak vekiller arasında da göremiyoruz.

“Bazı öğretmenler yetersizler ve az çalışıyor, o halde tüm öğretmenlere az maaş verebiliriz” şeklinde tecelli eden bir mantık işliyor. “Özel sektör asgari ücret veriyor ve on saat altı gün çalıştırıyor o halde bizim de ücretler konusunda adalet kaygımızın olmaması normaldir.” Sonucu çıkarılıyor.

Adalete inanıyor olsalardı öğretmenin ne alması gerektiğini önce beyan eder sonra da nakit olarak verebileceklerini ifade ederlerdi. Olması gerekenle, olabilecek arasındaki fark da ayni olarak ödeme yoluna gidilebilir. Bono veya arsa kuponu gibi yollar bulabilir ve arsa veya konut üreterek öderlerdi.  Böylece bir memur maliyeti 50 bin TL olan evi 200-250 bin TL’ ye satın alıp bankaya 400-500 bin TL olarak ödemek zorunda kalmazdı.

Bu düzen sermayenin düzenidir. 3,5 milyon kiracı en az iki evi olanların üçüncü evinin taksitini ödüyor ve bunların 600 bini memur. Bu 600 yüz bin tek maaşlı kira ödeyen kamu çalışanlarını kira ödemeyen, çift çalışan veya başka geliri olan mesai arkadaşları bile anlamıyor...

“Ey oğul! Yoksula maaşını ver, yardıma gereksinimi olandan gözlerini çevirme. Aç olanın canını küçümseme ve hiç kimse gereksiniminden yoksun kalmasın. Dargın yüreği daha çok sıkma ve yoksula vereceğini geciktirme. Sana halini arz eden çaresizleri reddetme ve yoksuldan yüzünü çevirme. Gereksinimi olandan yüzünü çevirme ve hiç kimsenin sana kötü söylemesine izin verme. Çünkü can acısıyla sana lanet ettiği an; onun duasını onun yaratanı kabul eder. Eklesiyastikus/ Dördüncü Bölüm/1…6/Tevrat ”

“Dikkat edin! Sakın (ha) bir kişi (dahi) Allah’ın lütfundan yoksun kalmasın ve sakın acı bir kök filizlenerek (yüreğine) sıkıntı vermesin, çünkü birçok iktidar onunla/bu sebepten düştüler (Pavlus/On İkinci Bölüm/ 15 /İncil)”

Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız (sermeye ve patronların) aleyhine bile olsa, Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp heva (tutkuları)nıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (sözü geveler) ya da yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır. Nisa Suresi 135/Kuran-ı Kerim”

Yeryüzünde insanlar arasında rızıkta eşitlik Allah’ın nimetlerine ulaşamayacak güçsüzler de dâhil ilahi kitapların temel amacıdır.

“(Allah) Yeryüzünde sarsılmaz dağlar var etti, onda bereketler yarattı ve isteyip arayanlar için eşit olmak üzere orada dört mevsim rızıklar takdir etti. Fussilet 10, Kuran-ı Kerim”

Allah’ın yeryüzüne yaydığı rızıklarla insanların arasına girenler bunun hesabını çok feci bir sonla ödemişlerdir ve bu ilahi yasa ebedidir.

www.adilmedya.com
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

1) Hz Yusuf’u abileri kuyuya attığı zaman, karşı çıkmasına rağmen direnmeyen ve zamanla bu durumu kabullenen abisi.

2) Moris DUVERGER, Siyasi Partiler

3) Adam Smith, The Wealth of Nations, Edwin Cannan, ed. (Menhuen, London 1961), cilt 1, sh.144 ve 278

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.