İngiliz Halk Edebiyatı kahramanı Robin Hood ve Sherwood Çetesi “zenginlerden alarak yoksullara dağıtır.
Haktan alıp halka vermek Hz.Muhammet’te (s.a.v), Hz. Hatice’de, Ebu Zer-i Gıffari’de, Hasan Sabbah’ta, Hacı Bektaş’ta, Nasrettin Hoca’da, Baba İshak’ta ve Şeyh Bedrettin’de genel bir ahlakî prensip olmanın ötesinde yaşama dönük bir amel-i salih, bir teoriye dayanan pratik/praksis ve yaşanması istenen temel bir ilkedir.
Bu isimleri çoğaltmak elbette mümkündür. Maksadı ifadeye bu kadarı yeter.
Tümü “…Mülk Allah’ındır…” hakikatine dayanmaktadır. Müslümanlar bu prensiplerin ilhamını elbette Allah’ın İnsanlığa risalet yoluyla son hitabı ve kıyamete kadar hakkı ilhamın ana kapısı Kur’an’dan almaktaydılar.
Robin Hood ve Sherwood Çetesi ve “zenginden zorla alıp yoksula verme” fikri, Ortaçağ sefaletine karşı İngiliz halkının bir cevabıdır. Ormanda Robin Hood’un karşılaştığı kahramanlardan biri olan, Rahip Tuck üzerinden İncil’in etkisi olabileceğini düşünebilirsek de, daha ziyade fıtratın isyanı olarak okumak gerekir bunu.
İnsanlar yine insanlar eliyle açlık, sefalet, yoksulluk ve yoksunluk içine itilirlerse, içine düşürüldükleri ateşin/fitne sıcaklığıyla vicdanlarındaki cevher curufundan ayrışır ve genel toplumsal kabulleri aşarlar. Bu çoğu zaman aşırılığa ulaşır, ölçüsüzlüğü baskının ve mağdurun çaresizlik duygusunun derinliğine bağlı olarak değişir. Bu, fıtratın yasasıdır. Buna kedinin köşeye sıkıştırılmasıyla kendinden daha güçlü olsa da, köpeği viyaklatması da diyebiliriz.
İslam dünyasında genel olarak Hak’tan alıp halka vermenin asgarisi; temelde “Mülk Allah’ındır” inancına dayanan, infakla kavramsallaşan ve vakıflarla kurumsallaşan çok geniş bir olgudur.
Klasik İslam tarihinde vakıflar sivil şahısların özel mülkünü kamuya tahsis etmeleri şeklinde olurken, bugün klasik İslam tarihinden farklı olarak infak kurumları, tarikatlar da dâhil olmak üzere, cemaatler eliyle oluşturulmakta ve yürütülmektedir. Doğal olarak da, işlevi ve fonksiyonelliği cemaatlerce belirlenmektedir.
Bu durum; İslam’ın yüksek maksatlarına ulaşmanın önündeki engellerden olan servetin, belli bir zümrede temerküzüne yol açma tehlikesini içinde barındırmaktadır.
Eğer vakıflar yalnızca mensubu bulunduğu cemaat üyelerince finanse ediliyor olsalardı, elde ettikleri geliri halkın geneline vakıfnamelere bağlı olarak; akraba, cemaate yakınlık veya siyasi aidiyet gözetmeksizin sunuyor olsalardı, klasik dönem örneklerine benzeyecekti. Yalnızca bağışçı sayısı artmış olacaktı. O zaman temerküz değil, cemaat dayanışması ve “Haktan aldıklarını halka aktarmış” olacaklardı. Ancak durum, bunun tam tersidir.
Hak’tan/kamudan/halktan aldıkları imkânları cemaat’e, cemaat’e hizmet edenlere, siyasilere ve akrabalara tahsis etmektedirler. Hatta bu güç, cemaatin üst düzey yöneticileri arasında dolaşır durumdadır.
Bu durum, cemaatin üst/âlî maksadı “hizmetin yürümesi” olarak tanımlanmış olsa da, hizmetin yürümesinin bu biçimi zaten dini örtüsünden dolayı sorgulanamaz hale gelmiş olan cemaatleri tapınaklaşmaya doğru sürüklemektedir. İşte bu nokta fitnedir.
Tarihte tapınaklaşmalar hep kutsal bir dini hizmet sınıfının doğmasıyla olmuştur. Bu mülk ve bilginin tekelleşmesi ve eğitim’in bunların elinde temerküzüyle mümkün olmuştur. Oysa bütün dinler tapınak dışında, tapınaklara rağmen doğmuş ve fakat tapınaklarda ölmüştür.
Cemaat dışı tek maaşlı, 600 TL. kira ödeyen bir öğretmen, ilköğretimde okuyan iki kızını iki yıldır yaz Kur’an kursuna vermek istemiş, ancak biri cemaat olmak üzere üç vakıf ve derneğin talep ettiği ücreti ödeyemediği için, onları okutamamıştır. Oysa teorik olarak vakıfların, Kur’an kursu açma amacı, tam da bu iki kız çocuğu gibi, durumu olmayanları okutmaktır.
Halk’a dayanan kaynaklar, yine halkın ihtiyaç sahipleri öncelenerek sarf edilmesi gerekirken, cemaat üyelerine tahsis edilmektedir. İşte bu vakıfnamelerin sapması, İslam kardeşliğinde anlam kaymasıdır.
Yine; bu iki öğrenciye bir dershane, dersleri için yüzde seksen burslu olmak üzere kurs önerdiği halde, babaları yüzde yirmilik pay ve servis ücretini ödeyemediği için, gidememişlerdir.
Bu iki öğrencinin İmam Hatip Lisesi Mezunu 6.kur İngilizce ve ortanın üstünde Arapça bilen annesi, İstanbul Büyük Şehir Belediyesine iş başvurusunda bulunduğunda, cemaat mensubu personel müdürü tarafından iki saat bekletilmiş ve görüşmeye dahi alınmamıştır. Özel kalemi/makam kapısındaki şahıs tarafından İmam Hatipli olmasını da tahfif eder bir edayla, “…belediye zaten İmam Hatip Lisesi Mezunu almıyor…” diyerek baştan savılmıştır. Mağdure “Saraçhane’den Eminönü’ne kadar ağladığını” ifade etmektedir.
Bu çocukların babası, ilgili cemaatlerden birinden olsaydı, kesinlikle çocuklar Kur’an kursuna ve anneleri de Büyük Şehir Belediyesi’nde işe alınmış olacaktı.
Olayın yaşandığı 2006 yılından bu güne kadar eğer bir tane bile aynı şartlarda veya aşağısında bir öz geçmişle sahip olan personel almışlarsa bu kul hakkıdır. Yedikleri haramdır.
Hak’tan alınan halka verilmemiş, cemaate, akrabaya, hemşehrilere tahsis edilmiştir. İşte bu fitne ve çürümedir. Emanete ihanettir.
Böyle cemaat/hizip bilinci kavim/ırk bilincinden bile geride, klan/aşiret bilinci düzeyindedir. Kaldı ki, bir üst bilinç halkası, millet ve onu da kapsayan ümmet olacağız. Sonra da Mevlana’dan bahsedip, “yetmiş iki milleti bir görme” gargarası yapacağız…
www.ozgundurus.com