1989 yılının bir sonbahar sabahıydı. Gökyüzü delirmiş, en acımasız yağmurlarını gönderiyordu yeryüzüne. Bardaktan değil de kazandan boşalırcasına karabulutlar boca ediyordu suyu başımıza. Her yerde su sesi, buna karışmış yer yer kuş sesleri vardı.  
 
 Evden ayrılıp Nizami’yle yola koyulduğumuzda omuzlarımız yeni yeni ıslanıyordu. Ortaokula gittiğimizin belirginliği olsun diye kitaplarımızı çantasız elimizde taşıyorduk. Islanmasın diye de güya kitapların sayfa kısımlarını aşağıya çevirmiştik. Kafalarımızı önümüze doğru eğip yağmura karşı siper alıyorduk. Şemsiye bizim oralarda henüz fakirlikten dolayı icat edilmemişti. Varlığından haberimiz bile yoktu desem yeridir. Elbette kendisini bir iki zengin tabakada görmüşlüğümüz vardı, fakat dekor olarak gördüğümüzü söylesem abartmış olmam. Hele hele ayağımızda kara Trabzon lastiği varken birde şemsiye taşımak racona tamamen tersti.
 
Düzköyden Dereköy tarafına geçip oradan gitmemiz daha kısa süreceğini düşünüp tarihi köprüden karşıya geçtik. Dereköy tarafına ayak bastığımızda artık yağmuru sırtımda hissediyordum. Hatta suyun sırtımdan aşağı aktığı geçtiği yerlere soğuk soğuk değdiği bu gün gibi aklımdadır. Ayaklarımdan varç vurç su sesleri gelirken kendimden de tiksinmeye başlamıştım.
 
Daha bu şekilde gidip sıraya oturup herkesin bakışlarını karşılamak vardı sınıfta. “Suya düşmüş sıçan gibi olmuşsunuz” sözleri hayalen kulaklarımda çınlarken adımlarım şuursuzca atılıyordu. Bastığım yerlere de dikkat etmez oldum artık, su birikintisiymiş, çamurmuş… Çarşının başına yaklaştığımızda hiç konuşmuyor, sadece ıslanarak yürüyorduk. Bu halde daha gidip okuyacaktık. Devlete hayırlı evlat olma yolunda ilerleyecektik. Nizami’ye döndüm. “Gel bu gün okula gitmeyelim” dedim. Bana baktı. Damlayan perçeminin arasından o bakarken, bende alt dudağımı ileri çıkarıp saçıma doğru aşağıdan üfleyip perçemimdeki damlaları yukarı doğru fışkırttım. Hoşuma da gidiyordu bunu yapmak. “Sen bilirsin, gitmeyelim gitmeyelim” diyerek gülümsedi. “Ee ne yapalım? Erkenden eve de gidemeyiz. Babam neden geldiniz diye sorar korkusu var dedim.” Gel buradan Turalıuşağı köyüne geçelim oradan dolaşarak eve gidelim ve zaman geçmiş olsun dedi diyerek rotayı çizmiş oldu.” Anlaştık.
 
   Çarşının içerisine girdiğimizde yağmur bize acımasızlığını sürdürüyordu. Kitaplarımı tutuğum parmaklarım iyice kızarmış, beynimden habersiz sadece kitaplarımı tutuyordu. Diğer elim artistlik olsun diye cebimdeydi. Cebimde olmasına rağmen o da ıslaktı. Islaktı çünkü ıslanmamış hiçbir yerim kalmamıştı. Suyun üzerimden aktığını çıplak gözle görebiliyordum.
 
   Turalıuşağı köyüne dayandığımızda okuldan kaçmanın tatlı bir tebessümü belirdi dudaklarımda. En çokta kız arkadaşlarımın beni “suya düşmüş sıçan” gibi görmemeleri beni mutlu ediyordu. Utangaçlığın bedelini ödüyordu, yada fakirliğin gözü kör olosundu…
 
Turalıuşağı köyünü dolandık ve o köyle bizim köyü ayıran dereden geçtik. Hem de sel varken bir birimize tutunarak. Delilikti biliyorum ama çocuktuk. Eve geldiğimizde ancak bir saat oyalanabilmişiz. Babam bu kadar erken neden geldiniz diye çıkışınca ders boştu yalanına sığındık mecburen. Ulan o kadar yağmuru yedik ama zaman geçmemiş. Bu arada şemsiyesi olmayanın saati olur mu diyerek kafalardaki soruyu da cevaplamış olalım. Maceraydı işte.


Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.