Sivil anayasa çalışmalarının -kriz maddeleri hariç- yazılmaya başlandığı bugünlerde, kamu çalışanları için toplu sözleşme görüşmeleri sessiz sedasız devam ediyor, “dostlar pazarlıkta görsün” hükümet üyeleri, zaman zaman da sendika başkanlarıyla basına toplantı pozları veriyordu. Cicim ayları geçti ve muhasebe başlayınca sendikaları aldatılmışlık, hükümeti Papandreu ve Sarkozy melankolisi sardı.

Kamu Çalışanlarını Blokajdan Sorumlu Devlet Bakanı Sayın Faruk Çelik 2012 yılı için “Kamu Çalışanı ücretlerinde hükümetin 3+3, 2013 yılı için de 2+3 düşündüğünü” açıkladı. Önce Krizin faturalarını, sonrada kalkınmanın finansmanını kamu çalışanının ücretlerinden akçe gramajını sabit tutarken III. Murat’ın iktidarı dönemi (1574-1595) denediği, Veziriazam Melek Ahmet Paşa’nın, bütçe açığını kapatmak için uyguladığı karışık akçe bastırarak maaş ödemesinden (1651) bu yana zaman zaman uygulanan ve kağıt para kullanılmaya başladıktan sonra da enflasyon hesaplarıyla kolaylaşan aldatma temelli ücret politikalarının başarılı örneklerinden biriyle daha karşı karşıyayız. Son on yılda kamu çalışanlarına ödenmesi gerekirken, yaklaşık yıllık 21 milyar 6 yüz milyon lira toplam 216 milyar lira başkalarına aktarıldı. Hükümet’in ekonomik başarısı olarak sunulan tablo en az %20 oranında memurun “karnına taş bağlama” başarısıdır. Sayın Başbakan Yunanistan kötü örneğini göstererek ancak sadaka nisabında artışın olabileceğini beyan etti.  Bu da ücret düşük akçeli maaş politikalarının devam edeceğini gösteriyor.

Hesaptaki saptırmanın nasıl yapıldığını Sayın Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in, TRT Haber’deki beyanlarına dayalı olarak tahlil edelim.  Şimşek: ”Memurumuzu biz önemsiyoruz.” Dedi. Tüm kamu çalışanları memnuniyet anketleri bunun % 80-90 tersini söylüyor.

“AK Parti hükümeti zamanında ciddi maaş artışları oldu.” Dedi. Bunun külliyen yalan olduğunu rakam ve değer kriterleriyle göstereceğiz.

“Olaya son altı aylık bazda bakmamak, genele bakmak lazım.” Dedi. Tamam, biz de genele bakalım. “Ortalama memur maaşı 2002 yılı Aralık ayında 578 liraymış.” Dedi. Bu doğru. O zaman bu parayla 28.50 TL den 20 adet çeyrek altın alınıyordu.  “2011 Aralık ayında 1799 lira olmuş” Dedi. Buda doğru. O zaman da bu parayla 130 TL den 14 adet çeyrek altın alınabiliyordu. Evet Sayın Bakanın dediği gibi maaşların rakamsal/ nominal “büyümesi yüzde 228 dir.”  Bu doğru, fakat reel büyüme/satın alma gücünde yüzde 30 küçülmüş.

“En düşük memur maaşı 2002 Aralık ayında 392 liraydı.” Diyor. O zaman bununla 13.75 çeyrek altın alınıyordu, “2012 yılında 1633 lira oldu” Diyor. Bu da doğru ve bu rakamla bu gün 10.88 çeyrek altın alınabiliyor. Herhalde bunun ir düşüş olduğunu anlamamak için iktisat okumak gerekiyor. Bu verdiği rakamlar, en düşük devlet memuru maaşında da rakam olarak “yüzde 316 artış” olduğunu, fakat gerçekte maaşların satın alma gücünün, piyasa karşısında ortalama yüzde 21 küçüldüğünü gösteriyor.

Bu düşüş eğitim iş kolunda yüzde 61’dir. Bu eğer bir dalgınlık değilse, başka büyük bir hesabın sonucudur. O da makro güç dengelerinin servetin tabana doğru hareketini daraltıp, sınıf değiştirmesini önlemek ve alternatif bir sermaye gurubu yaratabilmek olsa gerek. 2002 yılında göreve yeni başlayan bir öğretmen 540TL maaş alıyor ve tanesi 29TL’den 18 adet çeyrek altın alabiliyordu. Bugün göreve yeni başlayan bir öğretmen 1660TL maaş alıyor ve bu maaşı ile tanesi 150TL’den 11 çeyrek altın alabiliyor. Yani; her ay için 7 çeyrek altın kaybı var. Bu kayıp geriye doğru on yıl hesaplandığında kişi başın 840 çeyrek altın ediyor. Hükümet son on yılda sırf eğitim çalışanlarından 88 milyar 200 milyon lira keserek. Ekonomiye kaynak sağladı. Eyvallah. Kullanımdan ve gecikmeden doğan yasal faizlerini istemiyoruz. Hükümetin on yıllık öğretmenlere geçmişe yönelik borcu, her yıl için 84 çeyrek altın; bugünün rakamıyla 12.600TL’dir. Bu, iktidarın on yılı toplamı olarak 840 çeyrek altın eder. O da bu günün rakamıyla 126.000TL’dir. Nasreddin Hoca; ciğerle kediyi topladığında elinde en azından net bir kedi kalmış. 2002 rakamlarıyla bu günü kıyasladığımızda öğretmenlerin kedisinin de yenmiş olduğunu görüyoruz. “Ekonominin üçte ikisini kayıt altına alamadıkları için vergi tahsil edemiyor, paraları yokmuş.”  Ödemeyi 2b arazilerinden arsa, TOKİ’den konut veya devlet bonosu şeklinde yapabilirler. Bu konut ve arsa rantlarını da kontrol altına alacağı için, yatırımlarda ölü betona değil gerçek üretim alanlarına doğru sevk edilmiş olur.

Bu gün itibariyle, hükümet ’in kamu çalışanı maaşlarını, iktidarı devraldıkları 2002 yılı reel satın alma gücüne çıkarma sorumluluğu boyunlarının borcudur. Bu göreve yeni başlamış bir öğretmen için 18 çeyrek altın çarpı 150TL=2700TL’dir. Sonra iyileştirme yapmak istiyorsa, bu rakamı, Türk İş’in Türkiye yoksulluk sınırı olarak tespit ettiği 3.177.27TL’nin üstüne çıkarsın. Adalete kıymet veriyorlarsa kamu çalışanı ücretlerini, yoksulluk sınırı üstünde tutarak özel sektöre örnek olsunlar. Ücret artışlarını; parametreleri çalışanların reel tüketim kalemlerinden oluşan bir eşel-mobil bir sistemle(sliding scale system) korusunlar. Sendikalar da bunu takip etsin.

Sıhhati kendinden menkul, sendikalara son söz ve son kararda rey hakkı tanımayan 4688 sayılı yasayla “toplu sözleşme” süreci ancak “mış” gibi devam edebilir. Sendikalara figüranlıktan başka bir rol vermeyen bu yasayı çıkaranlar, yasaya işveren olarak hükümetin üstünden kamuoyu baskısını azaltıcı “uzlaştırma komisyonu” adıyla bir emniyet supabı koydu.

Sendikalar neden iş mahkemelerine gidemiyorlar? Cevap komik; “İşveren, kamu otoritesi olduğu için” 2821 sayılı yasaya bağlı kamu işçilerinin işvereni de kamu olduğu halde kamu işçileri adına sendikalar 2822/32. Madde 2. fıkra gereği; “Toplu iş uyuşmazlıklarında, ilgili makama, arabulucuya, hakem kurullarına, iş mahkemelerine ve diğer yargı organlarına” başvurabiliyor.

4688 sayılı yasaya bağlı sendikalar, yasanın 19. maddesinin ( f ) fikrası gereği;  “Üyelerin idare ile ilgili doğacak ihtilaflarında, ortak hak ve menfaatlerinin izlenmesinde veya hukuki yardım gerekliliğinin ortaya çıkması durumunda, üyelerini veya mirasçılarını, her düzeyde ve derecedeki yönetim ve yargı organları önünde temsil etmek veya ettirmek, dava açmak ve bu nedenle açılan davalarda taraf…” olmak. Denmesine rağmen, üyelerinin ortak menfaatlerini işvereni karşısında topluca İş Mahkemesine vererek takip edemiyor. Üyelerin ortak menfaatlerini tek tek kovalamak zorunda kalıyor. Bu durum, hukuk fakültelerinde “karakuşiliğe” modern bir örnek olarak okutulabilir.

Sendikalar; zayıf durumdaki çalışanla işveren arasında, çalışanın haklarını korumak işleviyle ortaya çıkmış kurumlardır. Bu gün Türkiye’nin 4688 Sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları ve Toplu Sözleşme Kanunu ile geldiği nokta; işverenin işlerini kolaylaştırmak, çalışanları işverene karşı anlayışlı olmaya, fedakârlık yapmaya ikna etmek, türlü etkinlik ve işlerle çalışanı oy rezervi olarak tutup gerektiğinde “bizden olsun çamurdan olsun” mantığıyla mobilize etmektir.

657 Sayılı Devlet Memurları Yasası ve ona bağlı olarak yapılan ve asla “ilk ücreti ve makro iktisadi engeleri” tartışabilecek mekanizmalara sahip olmayan 4688 Sayılı yasa kaldırılmalıdır. 4857 Sayılı İş Kanunu, 2821 Sayılı Sendikalar Kanunu ve 2822 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu yönetim ve organlarının doğrudan üyeler tarafından seçildiği profesyonelliğin yalnızca genel başkanlara has kılındığı, katılımcı demokratik bir forma sokularak revize edilip, tüm çalışanları kapsayacak hale getirilmelidir.

İşveren üzerine baskı yapma araç ve yöntemlerinden arındırılan sendikalar mevcut araçlarla, mer’i sistemde neler yapabilirler?

Ahlâkî ve hukukî normlara ve Uluslararası Çalışma Örgütü (İLO) ilkelerine ve “…Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasa’ya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” Diyen, anayasamızın 90. Maddesi “genel prensibine göre” 657 sayılı yasanın 26. ve 27. Maddelerindeki yasaklara rağmen dünyada sendikalar çalışanlar lehine her ne yapıyorlarsa -grev dâhil- hepsini 4688 sayılı yasayla da yapabilirler. Ve unutmamalıdırlar ki kutsal metinlerde, anayasa ve yasalarda ne derse desin mer’i idareler, halkın bilgi kanallarını manipüle ederek ve savsaklayarak uygulamasını yüzlerce yıl geciktirebilir. Tevrat, üç bin iki yüz yıldır, “Zayıf ile düşkünü kayır, topalı tökezletme çolağa yardım et ve körü yönelterek onlara aydınlığımı göster. (eğit, öğrenmelerini sağla) Tökezlemeden yürüyebilecekleri yollar, kaldırımlar yapın, onları sofranızdan eksik etmeyin, (yaşamınıza katın, yaşam kalitelerini yükseltin), “köre göz ve topala ayak,  yoksullara baba ol…” diyor da ne oluyor.”[1] Dünya da engelliler’in yüzde doksanı halâ evlerinden çıkarak rahatça gezinebilecekleri yol ve imkânlardan mahrum.  Amerika Birleşik Devletleri kuruluşunda ilan ettiği “İnsanlar eşit doğarlar. Tanrı, hepsine hayat, özgürlük ve mutluluk isteği gibi bazı devredilemez haklar vermiştir.” Denmesine rağmen, 236 yıl sonra hala hazmedebilmiş değildir. Bunu ülke içi ve ülke dışı olarak ikiye ayırarak iğfâl diyor…vs, vs.

“(Ey Muhammed!) Sana ganimetlerden/rantlardan soruyorlar. De ki: ‘Rant, Allah’a/yoksula, yoksuna ve Resulüne aittir. O hâlde, eğer müminseniz (ülke rantlarını en alttakilere doğru akıtmanın yollarını tıkayarak) Allah’a karşı gelmekten sakının; (onlarla) aranızı (böylece) düzeltin; Allah ve Resulüne (işlerinizle) itaat edin.’”[1] fehvasının çalışanlar, yoksullar ve yoksunlar lehine muhasebesinin tahsilatı için çaba gösterebilirler.

Son on yıldır iktidar olan hükümetten ülke rantından kamu çalışanına düşen payı tahsil için çaba gösterebilir. “Bilin ki, ganimet/rant (bulduğunuz, ortaya çıkarttığınız) her şeyin beşte biri mutlaka Allah’a, Peygamber’e, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir…“[2] fehvasınca, kamu mülkünü ve her türlü kamu rantını sahiplerine vermek için sistem kurmaya çalışabilirler. Yetimlere, yolculara, sakat ve yaşlılara yardım sistemlerini güncel tutacak, insan onurunu koruyacak seviyeye çıkaracak hesap sistemleri ve kaynak araştırmaları yapıp, dulları ve yoksulları, Hz. Ömer’in yaklaşımı ile “…Kayzer’in sadakasına muhtaç bırakmayacak… ” sistemler üretmeye çalışabilirler.

Hükümete; Anayasamızın 55. maddesin’e göre “Ücret emeğin karşılığıdır.” Başbakanın ve Bakanlar’ın lütfu değildir.[3] Diyebilirler. Yine aynı maddede “Devlet, çalışanların yaptıkları işe uygun adaletli bir ücret elde etmeleri ve diğer sosyal yardımlardan yararlanmaları için gerekli tedbirleri alır.” cümlesindeki “adaletli bir ücret” ne demek? Diye sorabilirler.

Ülkenin “ekonomik ve sosyal” durumu aynı olduğu halde,  genel kamu çalışanları ile yüksek bürokrasi ve siyasetçiler için ücret kriterleri farklı olduğu halde nasıl eşit yurttaşlar oluyoruz? Diye sorabilirler.

İş, işsizlik, ücret, asgari ücret, üretim, ekonomi köşe yazarları ve akademisyenler için birer konu başlığı ve eğlence; siyasiler için oy enstrümanı olabilir. Oysa ücretin, insanlar için açlık-tokluk, karanlık-aydınlık, üşüme-ısınma, eğitim-cehalet, daha da öte yaşamla ölüm arasındaki ince çizgi olduğunu, milyonlarca beşerin insanca bir yaşam sürdürebilme, sosyal, siyasal, kültürel, etik ve manevi boyutları olan bir varlık –insan- olabilme meselesi olduğunu anlatabilirler.

Hükümete, işsizliği çalışanların ücret artışlarına karşı bir baskı aracı olarak kullanmaktan vazgeçmesini söylesinler. Özel sektörde çalışma şartları ve sürelerini takip etmesini, yaklaşık 20 milyon çalışanın çoğunun günlük ve haftalık çalışma sürelerinden  ¼  fazla çalıştırıldıklarını, bunun istihdam edilebilecek 2,5 milyon insan anlamına geldiğini, bu oranın da işsizlik oranımızla aynı olduğunu, başka bir ifadeyle işsizliğin bir politik tercih olduğunu yutmadığımızı söyleşinler. İşverenlerin, işçilerini 4857 Sayılı İş Kanunu’na uygun olarak çalıştırmaları durumunda, ortalama her dört işçiden artacak zamanı doldurmak için bir işçi istihdam edilebileceğini anlatsınlar. Hükümete, patronların çok kazanma ihtiraslarına karşı insanların onuruyla çalışma ve kazanma hakkını korumak için teşvik, takip, tekdir ve tecziye sorumluluğunu hatırlatsınlar. İşsizliği böylece sıfıra yaklaştırabileceklerini söylesinler.

Hükümete; “Allah’ın rızık ve imkânlarda avantajlı olanlara, çalıştırdıklarına kendileriyle müsavi/eşit olacak şekilde ücret” vermelerine uymazlarsa “Allah’ın nimetini, ülkenin imkânlarını (çalışanlara karşı) inkâr ediyor”[4] durumuna düşecekleri ni hatırlatıp, son Nebi, Fahr-i Âlem Hz.Muhammed Mustafa’nın mealen; “Çalıştırdıklarınız, yediğinizden yiyebilsin, giydiğinizden giyebilsin.” Sünnetini ihya tavsiye etsinler.

Hasan KÖSE

[email protected]

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Tevrat, Yeremya 31/8-9

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Enfal Sûresi  1

[2] Enfal Sûresi 41

[3] “…işçi kendi ücretini hak eder.” (İncil, Timeteos, 5. Bölüm), “…çalışanın ücreti bir lütuf değil, ancak hakkıdır.” (Pavlus’un Roma Mektubu, 4. Bölüm), Bir hadis-i kutsi; “(Allah) Üç kimsenin kıyamet gününde hasmı bizzat benim. 1. Benim namıma verip haksızlık edenin, 2. Hür bir kimseyi satıp/taşeronun eline bırakıp parasını yiyenin,  3. Bir işçi tutup tam yararlandıktan sonra ücretini hakkıyla vermeyenin. Buhârî”

[4] Nahl Suresi ,71


Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.