Bilinen değerlerin ötesinde bir şeyler söylemek gerekir.  Tarih boyunca tüm savaşlar, yeryüzü kaynaklarının paylaşımı yüzünden oldu. Bu günde hâlâ aynı sebeplerle devam etmektedir. Tabiatta hiçbir varlık kendini savunmak ve yaşamsal yiyeceğini sağlamak maksadının dışında öldürmezken insan, biriktirmek ve ihtiyacının ötesinde şeylere sahip olmak için öldürmektedir. Bunun nedeni gelecek korkusu, güç istenci, kendine tapma ve ebedileşme evhamıdır. Şeytanın igvası olan bu zokayı yutan ilk insan Âdem ve Havva’dır. “Şeceretül huld ve ebedileştiren mülk” [1]

İlk insanların, öldürmek için ürettiği teknolojik süreç; quartz ve opsidyen taşı baltalardan günümüzdeki nükleer, biyolojik, kimyasal silahlar ve onları hedefe götüren sistemler, görünmeyen uçaklar, güdümlü füze teknolojileri yeryüzü kaynaklarından daha fazla insanı mahrum ederek, daha fazlasına sahip olma duygularıyla doğru orantılı olarak gelişme! göstermektedir. Bu tuğyan; kestirme bir ifadeyle insanlar arası ilişkinin temelini oluşturmakta ve insanların geneli tarafından da kabul edilmektedir. Cılız sesler dışında doğaçlama gelişen bu senaryoya pek itiraz yoktur. İtiraz yalnızca rol dağılımında kişilerin veya toplumların yeri ve konumuna yönelik kavgalar eksenlidir.

Kuran; eşitsizliğin zirve yapabilmesini makro ölçekte, üsttekiler ve alttakiler açısından ifsat[2] ve fısk diyalektiği ile açıklamaktadır. Otoritenin ifsadı sürdürebilirliği halkı aşağılaması ve bölebilmesiyle mümkün olabilirken[3] halkın itaat’e devam etmesi, aşağılanmayı içselleştirmesine bağlıdır ve bu durumu fısk[4] olarak açıklamaktadır.[5]

Otoritenin varlık nedeni zulüm ve haksızlıkları önlemek, adaleti sağlamak ve hizmettir -ki esasında hizmetlerin tamamı sivil araç ve aygıtlarla da yapılabilir-. Otorite halkın genelini ya da bir bölümünü aşağılıyor ve halk da onlara itaat etmeye devam ediyorsa, o halkın hem ezeni hem de ezileni zaten alçaktır. [6] “Otoritenin yeryüzünde büyüklenebilmesi ve ezebilmesi ancak halkı sınıflara ayırmasıyla mümkün olmaktadır. Varoluşun gereği insanlar birçok açıdan ve boyuttan farklıdırlar. Tağut’ların başarısı, grupların kendi varlığının ötekinin ezilmesine bağlı olduğuna inandırabilmesiyle mümkün olmaktadır. Böylece her biri diğerini düşman olarak vehmetmekte ve siyasi otoriteye diğerini yok etmek/jenosid ya da dönüştürmeye/asimilasyona tabi tutmasına yardımcı olmaktadır. Bu durum planlayıcı azgın otoritenin bir üçüncü durum inşası sürecidir.

Kontrol edilebilecek düzeyde sisteme hizmet edecek bir role mecbur etme/entegrasyon, erime ve yok oluş veya direnç ve savaş doğurmaktadır. Sonuç ayrışma, çatışma, bölünme veya hicrettir.[7]

İnsanlar arası tüm ilişkiler; bireyselden küresel’e tüm örgütlenme aşamalarıyla ve durumlarıyla, “Seni yok edebilecek gücüm var. Bundan dolayı bütün imkânlarını benim kullanımıma sunmalısın…” şeklinde özetleyebileceğimiz güce dayalı ilhamını doğrudan iblisten alan ilişkiler yumağı olarak işlemektedir. Tarih bu denklemin değiştiğine çok az şahit olmuştur.

“Ulaşılabilir kaynakların ve imkânların tümünü istiyorum” demek için birçok söylem geliştirildi. İdeolojiler, siyaset felsefeleri üretildi. İlahi dinler bile bunların kırbaçlarıyla terbiye edilerek, haksız konumlar meşrulaştırıldı ve batılın gölgesinde zulmün sürekliliği sağlandı. Bunlar iktisat bilimi denen bireysel ve toplumsal alanda kapitalist, küresel alanda emperyalist dinin mezhepleri olarak işlevselliklerini devam ettirmektedirler.

Tağutî, fitne ve fesad’ın devamını sağlayan söylem ve faaliyetler karşısında, geçmişte erdemli insanların yaptıkları bu gün de aynen yapılmak, düşünce evrenimiz yeniden anlamlandırılmak zorundadır. Zamanımızdaki zulümler, zamanın akıl rengiyle ayakta durmakta olduğu için bu akılla hesaplaşmak zorundayız. Bu akıl seçilmişlik aklıdır. İsrail oğullarının “Tanrının çocukları ve seçkin kulları oldukları” inancı yalnız onlara has ve kanla geçen genetik ontolojik bir durumdur. Beni İsrail’e akraba olmayanlar buna sahip olamayacaklardı. Hz. İsa’nın Tanrının hem oğlu hem de kendisi olduğuna inanmak suretiyle hırıstiyanlar kendilerinin “seçilmiş ve kurtulmuş kullar olduklarına” inandılar.[8] Edinilme yolu farklı olsa da inanç aynıdır. Seçilmişlik.

Aynı seçilmişlik inancı “Allah zenginliği dilediğine verir” ayeti kerimesindeki “Allah’ın size verdiği nimetlerini, Allah’ın dilediği/gösterdiği/emrettiği yerlere sarf edin” anlamından çıkarılıp, zenginliği ve yoksulluğu Allah takdir etmiştir, zenginleri ve yoksulları Allah seçmiştir, buna itiraz etmek ilahi taksimata itirazdır” şeklinde bir anlama burkularak, İslam içinde zengin müslümanlar için hem dünyada hem ahirette kurtuluşu getirmiş, yoksul Müslümanlar da bu taksimata sabrederlerse Ahirette kurtulacaklarına ikna edilmişlerdir. Bu inanç. Haçlı Seferlerinde yoksul Hıristiyanlara ölüm sonrası cennet tapuları verilirken soylulara İstanbul’un, İzmit’in, İznik’in, Bursa’nın ve Kudüs’ün tapularının verilmesinden farklı değildir. Her zaman birileri seçilmiştir. İslam sonrasına da bu seçilmişler bir şekilde güç ve otoriteyi, mülk ve zenginliği ele geçirenlerdir. Bazı günahlar işleseler de sırf “biz müslümanız” dedikleri için cehennemde ebediyen kalmayacaklar ve biraz örselendikten sonra cennete gireceklerdir. Bu zengin–fakir taksimatına itiraz edenlerse ilahi takdire itiraz etmiş olacakları için itikadi sapma içinde olacakları için ebediyyen cehenneme gireceklerdir. Bu sefil saray yalakası mürcie aklı müslümanların iliklerine kadar işlemiştir.

Zenginler Bütün ihtişamıyla Allah’ın nimetlerini üzerlerinde gösterip, perişan yoksulların arasında mal ve servetlerinin güven ve gururuyla gezip dolaşacaklar ve kendilerini tekebbürden koruyacaklar! Üstelik Hz Muhammed “devenin ütündeyken düşürdüğü asasını kibre sebep olmasın diye yerdekilerden istemek yerine inip kendi almışken. İbret olarak yoksullara bakıp “şükrolsun ki Allah beni de bu aşağılık sefillerle bir kaderde(!) yaratmadı” diye düşünecekler, sadaka dağıtarak 1/40 küfelerindeki servetlerden/kenz dikkatleri uzaklaştıracaklardır. İşte Velid B. Mugire’den aşırma bu akıl, daha birinci asırda Müslümanlarda baş göstermiş bugünün Müslümanları ise başka türlüsünün imkânına bile kâfir hale gelmişlerdir. Marks’ın “din halkların afyonudur” sözü tam da bu olsa gerek.

Bugün hiçbir şey eskisinin aynısı değildir, yarın da bu günün aynısı olmayacaktır.  Ancak değişmeyen bir diyalektik süreç inkâr olunamaz bir hakikat olarak ortadadır. İnsana takva ve fücur ilham edilmiştir.[9] İnsanların kimisi kimisine düşman olarak yeryüzünde yaşayacaklardır.[10] Bu temel çelişki her dem kendini yeniden üreterek devam etmiş kıyamete kadar da devam edecektir. Hayyam’ın dediği gibi“ Hep ayrıdır âlemdeki zindancı başı, işkence kalır yalnız esirler değişir.” Efendi ve köle, zindancı ve esir, ezen ve ezilen, zengin ve yoksul, zalim ve mazlum hep oluşmuştur. Daha doğrusu ana denklem budur. İnsandan istenen tarafını seçmesidir. İnsanların kimisi başkaları için cehennem pahasına kendileri için cennet inşa etme çabasındadırlar. Ve akıbetin iyisi, kendileri için sıkıntılar pahasına yeryüzünde herkes için cennet inşa etmeye çalışanların olacaktır. O halde bireysel, toplumsal ve küresel olarak attığımız her adımın, her eylemin her işin bu iki sonuçtan birine hizmet ettiği kesindir. Açık vicdanlar ve salim akıllar görmüştür ki, servetin ve mülk’ün belli ellerde temerküzü devletçilik ya da kapitalizm hem toplumlara hem de insanlığa cehennem inşa etmiştir/ etmektedir. İhtiyaç üstü mülkün doğada kalmasını sağlayacak, insanların Allah’ın mülküne erişiminin önündeki her türlü engeli ortadan kaldıracak, üretilen değerin eşitlikçi bir temelde adaletle bölüşülmesini sağlayacak sistem ve modeller üretmek zorunludur.

Değişmeyen diyalektiğin tarafları, yaşadığımız zamanın aktörlerini tespit edip, hak, eşitlik, adalet, özgürlük ve iyilik ekseninde analiz ederek yeni bir akıl evreni kurmak zorunludur.  Ahlak, din, hukuk, gelenek ve toplumsal aklı,  hak, eşitlik, özgürlük ve adalet açısından tepeden tırnağa gözden geçirmek zorunludur. İlim ve hikmet pınarı yüzeye çıktığı yer ve zamandan beri aktığı vadilerin yararlı alüvyonlarını içine katıp taşıdığı gibi, köy ve kentlerin lağım atıklarını ve çer çöpünü de muhtevi olarak denize ulaşmaktadır. Kültürlerin kendine has, tarihsel veya hiçbir zaman kabul edilebilirliği olmayan özelliklerini de içine katarak günümüze kadar ulaşmışlardır.

Hak, eşitlik, adalet ve özgürlüğü herkes için hem bireysel hem de toplumsal olarak kabul etmeyen her din, siyaset ve düşünce sistemi ahlaksızlığın kaynağı ve kaidesidir. Önce ahlakın zorunlu asgari prensiplerini konuşmak gerekir. Evrensel bir ahlakın olmaması ile ahlakın evrensel ilkeleri olması aynı şey değildir. Birincisinin yolu rolativzme çıkarken ikincisi nihilizmdir. Mutlak anarşist bir yaklaşım edilgen kültürleri yapıbozumcu bir şaşkınlığın pençesine düşürmektedir. Yani hak, eşitlik, adalet ve özgürlük temelli olarak her türlü bireysel ve toplumsal ilişkiyi yeniden tanımlamak gerekir. Hiçbir insanın diğerine göre var olma ve sahip olma hakkının daha fazla olmadığının kabul edilmesi gerekir. Mutlak eşitlik prensibine dayanmayan hiçbir sistem ezen ve ezilen, köle ve efendi çelişkisin üretmekten kurtulamaz. Her türlü paylaşımda, eşitlik temelinde adalet zorunludur.  Aksi olan durumlarda özgürlükten ve iyilikten söz etmek lafın gelişidir. Olan efendi ve köle ilişkisidir. Ön şartsız bireylerin eşitliğini kabul eden her düşünce bunun süreği olarak her türlü örgütlü halin eşitliğini de kabul etmek zorundadır. Eğer kabul etmiyorsa bireysel özgürlük ve eşitliğe inanıyor olmak, ya muhakeme zayıflığı ya da siyasi bir söylemden(retorik) ibarettir.

Eşitlik, adalet ve özgürlüğün anayasalarda yazıyor olması yetmez. Yasaların ictimaiyatın her alanında bireylerin ve toplumsal kesimlerin eşitliğini gerçekleştirecek/realize edecek şekilde düzenlenmesi gerekir. Elbette mer’i düzenle bütünleşmiş/entegre siyasi ve ideolojik düşünce ve yapılardan bu beklenemez.

Ahlak, insanın doğadan ihtiyacından fazla almasını yasakladığı gibi alırken zarar vermesini de yasaklar. Dağ başında bir dereden abdest alırken bile suyu ihtiyacı kadar kullanmak bir kâmil insan davranışıdır. Yasaların ahlak, hukuk ve aklın üst prensipleri ve bilimin verileriyle uygunluk oranında hakkaniyete uygunluğu artar. Yoksa zulmün kaynağı ve kaidesi haline gelir ki,  zaten her çağ ve yerde sorunların ana kaynağı güç dengelerine göre oluşan yasalar olmuştur. Henry David Thoreau’nun ifadesiyle; “insanlardan çoğu her gün, yasalara saygı adına adaleti ayaklar altına almaktadırlar.”

Paylaşımın her aşamasında eşitlik ve adalet esas alınmak zorundadır. Meşru savaş bunu engelleyenlere karşı olan savaştır.[11] Tuğyan ve zulüm de bunun tersi bir durum için güç kullanmakdır. Paylaşım; İnsanın doğaya müdahalesiyle elde ettikleri ve bugüne kadar ortaya çıkarılmış bütün değerlerin kullanımına dair her şeyde bu eksende olmak durumundadır.

Yeryüzü kaynakları belli zümrelerin eline geçmiş, kullanılabilir alanlar bunların elinde temerküz etmiş, kullanım dışı alanlar oluşturulan piyasaların yüksek rant seviyelerini korumak için insanların geneline devlet eliyle yasaklanmıştır.  Üretim, pazar ve piyasa belli zümrelerin elinde önce ülkelerde iç alana doğru büyüdükçe milyonlar için yoksulluk üretmektedir.  Dışa doğru büyüme aşamasında yeryüzü devleri tarafından yutularak küresel kaynaklar kontrol edilmekte ve küresel açlık ve yoksulluk üretilmektedir. Oysa teori, üretim arttıkça toplumsal refahın da artacağı mavalını hala söylemeye devam etmektedir. Üniversitelerde de bunlar doğru olarak okutulmaya devam etmektedir. Kullanılabilir alanlar devletler tarafından kamuya yasaklanarak sıkı denetim altına alınıp, küresel aktörlerin ücret, değer ve fiyat denklemi emekçiler aleyhine sabit/stabil tutulmaktadır.

Kamu kaynakları belli bir zümreye tahsis edilmiş, kısıtlanmış üretim ve yasaklanmış yeryüzü nimetleri arasında daraltılan piyasada sıkışan insanın halini hatırını sistemin diğer eli bankalar/tefeciler sormaktadır. Her türlü üretimde il sınırları, ülke sınırları, mesafe ve miktar kotaları, yetmedi indirilen ya da bindirilen vergiler, paranın dolaşımı, rezerv kontrolü, kota, sermayenin, malın ve işletmelerin sigorta sistemleri üzerinden küresel kartellere ödemek zorunda olduğu primler varken serbest piyasa! serbest rekabet! serbest seçim hakkı! Koca bir yalandan daha da öte, sapkın bir dinin saptırmalarından ibarettir.

Hz Muhammed de(s.a.v.) ticaret yapıyordu. Medine ve çevresinde serbest ticaret pazarları kurdu. Bizimkiler de “serbest ticaret” diyerek kapitalizm ve küresel sermayenin emperyalist dolaşımını meşrulaştıranların kıyası, karakuşidir. Bu, “İslam cinselliği inkâr etmez sahabe de cinsel ilişki yaşıyordu” dedikten sonra, “o halde genelev kurabiliriz” demekle aynıdır. Ebu Cehil, Ebu Leheb ve Velid b. Mugire’nin Mekke çevresindeki pazarıyla, Hz Muhammed’in kurduğu pazarların arasındaki farkı göremeyenler, bilerek ya da bilmeyerek hakikati ters yüz[12] etmektedirler.

Mekke ve çevresinde kurulan pazarlarda; stokçuluk, fiyat kızıştırma, yer kiralama, aldatma, hile, fiyat süpekülasyonu, pazara gelen malları daha pazara gelmeden yolda satın alıp tekel oluşturma, gasp, insan ticareti, fuhuş, riba/faiz ve tefecilik, borcunu ödeyemeyenlerin köleleştirilmesi, karısının ve kızının, borcu karşılığında alınıp pazarlarda satılması gibi şeyler geçerli idi. Medine pazarında ise bunların tamamı yasaklanmış ve sahiden serbest piyasa uygulanmıştır. Cahiliye pazarı ile Medine pazarı arasındaki farklar başlı başına bir çalışma konusudur.

[1] Taha 120,

[2] Fitne, Mülkiyet, Fesat ve Helâk İlişkisi/ http://www.adilmedya.com/makale.php?id=1310

[3]Şüphe yok ki, Firavun ülkesinde büyüklük taslamış ve ora halkını sınıflara ayırmıştı. Onlardan bir kesimi eziyor, oğullarını boğazlıyor, kadınlarını ise sağ bırakıyordu. Şüphesiz o, müfsitlerdendi. Kasas 4

[4] Fısk: Kuranda suçlu, hain, sapık, saptıran,  kasten hududullahı  aşan, münafık, kafir, peygamberlerden  yüz çevirenler, zalimler, hakkı tahrif edenler, livatacılar, kalpleri katılaşanlar,  masum kadınlara iftira edenler,  Allahın düşmanlarını dost  edinenler,  hidayet bulamayacaklar, müminin karşıtı, Allah’a ve  resulüne dünyayı tercih edenler, zekatı kabul edilmeyenler, helak olan kavimler ve firavun’a itaat edenler anlamındadır. Ve tümünde de karşılık olarak dünyada helâk, ahirette ebedi azap gösterilmektedir.  Ahkaf  20, Ankebut 34, Araf 163-165, Bakara 59-99, Enbiya 74,  Hadit 16- 26- 27- Haşr 5-19, Hucurat 6, Kasas 32, Enam 49-121-145, İsra 16, Kehf 50, Maide 3-25- 26- 47- 49-59- 81-108, Münafıkun 6, Nur 4-55, saff 5,  Secde 18-20,  Yunus 33, Tevbe 8- 24-53-67-80-84-96, Zariat 46

[5] Firavun, kavmini küçük düşürdü (ezdi). Onlar da kendisine itaat ettiler. Çünkü onlar fasık bir toplumdu. Zuhruf 54

[6] Zuhruf 54

[7] Kasas 4

[8] Yahudiler: "Üzeyir Tanrı'nın oğludur" dediler; hristiyanlar da: "Mesih Tanrı'nın oğludur" dediler. Bu, onların ağızlarıyla söylemeleridir; onlar, bundan önceki küfredenlerin sözlerini taklid ediyorlar. Tanrı onları kahretsin; nasıl da çevriliyorlar? Tövbe 30”

[9] “…sonra da ona takvayı ve fucuru ilham edene ki, Şems 8”

[10] “(Allah) Dedi ki: «Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Yeryüzünde belli bir vakte kadar sizin için bir yerleşim ve meta (geçim) vardır.» Araf 24”

[11] Enfal 39, El Bakara 193, http://www.adilmedya.com/makale.php?id=1310#_ftn1

[12] Bakara 59, 75,78 /tahrifat illa metinler üstünde olmaz metinlerin indiği ortam ve olguları yanlış yorumlarsanız metinlerin anlam zeminleri kayar, böylece metinlerde yapılamayan tahrifat, anlamlar üzerinde yapılmış olur.

kaynak: adilmedya

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.