Ak Parti’nin üçüncü kez seçilmesi İslam dünyasında geniş halk kitleleri nezdinde sevinçle karşılandı ve birçok yerde coşkulu kutlamalar yapıldı.  Bu coşkuda Ak Parti hükümetlerinin Ortadoğu’da izlediği müspet dış politikalar kadar Tayyip Erdoğan’ın Şahsi özeliklerinin de etkisi olduğu inkâr olunamaz.  Bu Kasımpaşalılık, mizaç veya karakter meselesi değil Müslüman kimliğiyle alâkalıdır.

Bir taraftan “Ak Parti olmasaydı mahvolacaktık ve şimdi yeniden seçildiği için kurtulduk” ile, “Ak Partiyle satıldık, bölünmenin eşiğine geldik, şeriat kapımıza dayandı, mahvolduk ve şimdi yeniden seçildiği için satılıp bölüneceğiz,” arasındaki sığ tartışmalar bu yazının dışındadır.  Sosyal ve siyasal durumlara ait meseleler “hep ve hiç” arasında tartışılmaz. Çünkü hakikatler çoğu zaman ikisinin arasında veya dışındır.

Köken ve merkez kadrolarının dindarlıkları dolayısıyla, laikçi statükocular Ak Partiye Genç Osman muamelesi yaparken iktidar da, teamülleri kurumlaşmış çeteciliği vaka-i hayriye’ye (Yeniçeri Ocağının lağvı) doğru zorluyor.

Tartışmanın bir tarafı, bireysel ve toplumsal değişim talepleri; buna karşı direnen laikçi, Türkçü, Kürtçü, Alevici, Sünnici muhafazakârlık, diğer tarafı dindarların, kamuda daha fazla görünür olmaya başlamaları ve anlamsız şekil tartışmaları…

Ak Parti kendisini muhafazakâr demokrat olarak tanımlıyor. Muhafazakârlığı statükoculuk değil, milli ve manevi değerlere bağlılık anlamında kullanıyor. Bu durum Türkiye Cumhuriyetinin derinden yaşadığı kıble sorununu gizlenemez hale getiriyor. “Muasır medeniyetleri aşma” paradigması aydınlanmacı pozitivist idealleri yüceltirken, bu toprakların bin yıllık devlet ideali, kızıl elması “…yeryüzünde fitne kalkıp, din yalnız Allah’ın oluncaya kadar zalimlerle savaşın.” Ayet-i celilesi mealinde özetlenmiştir.

Muhafazakârlık ve mukaddesatçılık üzerinden yapılan din - siyaset ilişkisi tartışmasının esas ayrıcı noktası burasıdır. Bu, genlerinde yarış atı cevheri taşıyan bir at ile ruhunda rüzgârla yarışma arzusu olan bir gencin oduncu babanın ideallerine mahkûm olması gibidir.

Demokratik bir ülkede siyasi partileri ve iktidarları(hükümet) değerlendirirken elbette insafı elden bırakmamak gerekir.

“Her siyasal iktidar birikmiş sosyal ve ekonomik ihtiyaçların patlaması olarak doğar. Kendisini iktidar yapan sorunları gideremezse bu enerji ya terörize olur ve yeraltına iner, ya da faşizan iktidarlar doğurur. Duverger” İktidarın el değiştirmesiyle dağıtılan rant, az gelişmiş demokrasilerin bir tür siyasal adalet dengesi olarak işlev görürse de iktidarların başarısı siyasallaşmış genel sorunları çözebilmesine bağlıdır. Bu da toplumsal refahın yaygınlığı ve güçlü bir orta sınıfa bağlı olarak gerçekleşir.

Ak Parti, birinci ve ikinci dönemde kendine bir siyasal taban oluşturmuştur. Fakat sıkı mali politikalarla refahın tabana yayılmasını ve bir güçlü orta sınıf oluşmasını önledi. Daha da öte ekonomik krizin faturasını orta ve alt gelir gruplarına yükledi. Bu da gelir adaleti makasının pimini kırılma noktasına getirdi. Şimdi yapması gereken; ücret, istihdam ve sıfır faizli devlet kredisiyle bir orta sınıf oluşturmak ve refahı tabana yaymaktır.

Siyaset’in gücü ve realizasyon sınırı insana, tabiata ve mülke bakış açısına bağlıdır. Güçlü bir orta sınıf oluşup, ekonomik refah tabana yayılmaksızın girişilecek sosyal ve siyasal reformlar başarısızlık bir yana önlenemez çatışma ve çatlama potansiyeli taşır. Değişimin riskli siyasal enerjisini kısa sürede oluşturulmuş, azınlık sonradan görme bir burjuva yüklenemez. Hatta bunların şımarık pervasızlıkları, kimlik ve inanç sorunları siyasallaşmış kitleleri mobilize eden olumsuz duyguların kaynağı olur.

Bütün bunların hepsini gerçekleştirmiş olsa bile, İslam’ın idealleri bunun çok üstünde ve daha külli bir şeydir. İşaret etmeye çalıştığım olgu, Mekke’nin Ulularının Hz Peygambere karşı bütün tedbirleri boşa çıkınca, yaptıkları uzlaşma teklifleri ve aldıkları cevaptan tam ve eksiksiz olarak anlaşılabilir. Mekke’nin uluları Abdullah’ın yetimine, “Din (Tevhid, Ahiret, Nübüvvet, Eşitlik, Adalet) davasından vazgeçerse, kral yapma, en zengin oluncaya kadar mal verme, ulu tanıyıp sözünden çıkmama, en güzel kızlarını verme” gibi tekliflerle gelmişlerdir. O da, Fussilet Suresini okuyarak cevap vermiştir.

Bu surede “kazançların bölüşülmesinden (ayet 7)”,  “insanlığın ortak iyiliğinden (ayet 8)” ve “yeryüzünün geçim kaynaklarının ortaklığından (ayet 10)” bahsetmektedir. Daha önce benzer teklif ve tehditlerle kendisine amcası Ebu Talib’i gönderdiklerinde de “…güneşi sağ elime, ayı sol elime verseler ben bu davadan vazgeçmem” diyerek ağlamıştı. Davanın mevki, makam ve itibar, mal ve mülk, cinsel haz ve cariye davası olmadığı açıktır. Burada Hz. Muhammed (s.a.v.), kendisini de aşan bir yüksek ideal olduğunu vurgulamıştır.

Abdullah’ın yetiminin davası, tüm insanlar için her alan ve durumda eşitlik, özgürlük, adalet ve iyiliğin egemenliğidir. Tüm türevleriyle muhafazakârlığın, şahsi dünyevi menfaatleri yükseltme çabası olduğu anlaşılmıştır. Bütün dava; memurların namaz kılıyor olması, namaz kılanların zengin olması, erkeklerin birkaç cariyesiyle, jeep’e binip, lüks mekânlarda tatil yapabilme ayrıcalığı içinmiş…

Muhafazakârlık ilk otuz yedi sure örtülmeden devam edilebilecek bir itikat değildir. Türkiye Müslümanlarının, dünyevileşme batağını aşabilmeleri, gözü bizde olan mazlum halklar için de ümit ışığı model olacak, halklar yakınlaşacak, sınırlar buharlaşacaktır.

Süreç duvar inşa edenlerin yenilmeleriyle, duvarları yıkanların zaferiyle sonuçlanacaktır.


Kaynak: ozgundurus



Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.